Thursday 29 January 2009

Marianne Faithfull - Easy Come Easy Go


Bu albümü özellikle hava kapalı olduğunda dinlemeyi çok seviyorum. Children of Stone adlı parça, melankolik atmosferi ile yağmurlu havada bir fincan kahve ile süper bir treatment oluyor. Marienne Faithfull daha önce bilinçli olarak dinlememiştim, yani bir albümünü almamıştım ve oturup dinlememiştim. Ancak bu albüm ile sanırım kendisinin hayranı olmaya doğru hızla ilerliyorum. En ksıa zamanda diğer albümlerini de edinmeyi ve üzerine okumayı planlıyorum. Alto ses tonu zaten çok severim, Marianne Faithful özellikle sesinin melankolik tınılarda dolaştığı downtempo parçalarda bende hayranlık uyandırdı...
Kendisini keşfetmek için sabırsızlanıyorum..
A.

Tuesday 27 January 2009

Yasemin Mori - Hayvanlar


Yasemin Mori'nin albümünü çok beğendim. Müziği çok zengin ve vokal tarzı çok özgün. Fon müziği kesinlikle olmayı haketmeyen, özelllikle vakit ayırılıp dinlenecek bir albüm. Zenginliği, çeşitliliği, ve özgünlüğü ile muhteşem!
A.

İlk dinleyişimde vasat bulmuştum. Şarkıları sanki bir yere yetişecekmiş de, acelesi varmış gibi söylüyor gibi gelmişti. Gerçi hala bazı yerlerde çok acele ettiğini ve bazen gereksiz yere bağırdığını düşünüyorum ama dinledikçe beğenmeye başladım. Vokalinin çok özgün olduğunu düşünmüyorum Aslı gibi. Hatta ses rengini Nil Karaibrahim'e benzetiyorum. Ama çok sıcak, insanın dinledikçe dinleyesini getiren, şarkılara eşlik etme hissi uyandıran, yer yer pasif, yer yer agresif bir albüm yapmış Mori. Türkçe sözlü alternatif müziğin bence asıl karın ağrısı, manalı ve vurucu sözler yazmak. (bakınız moron ötesi) Yasemin'i bu konuda oldukça başarılı buldum. Kuzgun'un, Aslında Bir Konu Var'ın sözleri gerçekten çok güzel. Diğer şarkılar da öyle.. Prozodisi de gayet başarılı. Şarkıların düzenlemeleri yerli yerinde, icracılar çok kaliteli.. Bir benzetme yapmak gerekirse, haddimi aşarak Jeff Buckley'in Grace albümüyle analoji kurmak isterim. Buckley tabii çok ağır lokma olur Mori için şimdilik, ama bir ruh kardeşliği sezdim.
Kısacası, Yasemin Mori, her dinleyişimde çok daha güzel bulduğum, çok şık bir albüm yapmış.
B.

Mira


Mira'yı bir arkadaşımın facebook gruplarından öğrendim. Myspace'teki parçalarını dinlediğimde ve videolarını izlediğimde tarzları çok hoşuma gitti.
Zi Punt'tun solisti Miray Kurtuluş ve Portecho'dan Tan Tunçağ'ı bir araya getiren Mira, tarzını downtempo rock olarak tanımlıyor. Zaten Zi Punt'u çok sevmiştim. Miray Kurtuluş'un sesi ve vokal tarzını da çok beğeniyordum. Portecho'yu da çok beğenmiştim. E Mira da tüm bunlarla birlikte övgüyü hakediyor.
"Eve Dönmeliyim" adlı albümlerinde en çok son melodi, eve dönmeliyim, kayıp şehirler adlı şarkıları beğendim. Yeni çalışmalarını ve hatta bir konserlerini sabırsızlıkla bekliyorum..
A.

Wednesday 11 June 2008

Nick Cave and the Bad Seeds / Dig, Lazarus, Dig!!!


Lazarus, mezarını derin kaz

Nick Cave and the Bad Seeds, 14. stüdyo albümü ‘Dig, Lazarus, Dig!!!’ ile tüm dünyadaki hayranlarını bir kez daha selamlıyor. Avustralya’nın ‘karanlıklar prensi’ ve onun saz arkadaşlarından müteşekkil ‘Kötü Tohumlar’, 2004 yılında çıkardıkları ‘Abattoir Blues’ albümünün ardından yattıkları güzellik uykusundan, ‘Dig, Lazarus, Dig’ nidalarıya uyanıyor.

Nick Cave’in, ‘Kötü Tohumlar’la yolculuğu, 1984 tarihli ‘From Her to Eternity’ albümü ile başlamıştı. ‘Henry's Dream’ (1992), ‘Let Love In’ (1994), ‘Murder Ballads’ (1996) ve ‘The Boatman's Call’ (1997) ile zirveye ulaşan birliktelik, ‘No More Shall We Part’ (2001) ile yelkenleri biraz indirmiş, gitarlar yerini piyonaya bırakmıştı.
Ancak, adını İncil’de yer alan Lazarus’un dirilişi efsanesinden alan albüm, sadece Lazarus’un değil, Nick Cave ve Kötü Tohumlar’ın son yıllarda uzaklaştığı sert rock sound’un da dönüşüne tanıklık ediyor. Sağlam bir rock altyapısının üstüne kurulan albüm, kimi zaman gıcırtılarla, tuhaf seslerle ve gerilim yüklü tınılarla süsleniyor.

Lazarus, dışarı çık!
Şarkılarında gotik hikayeler ve suç öyküleri anlatmayı seven Cave, günah, intikam, pişmanlık, suçluluk gibi karanlık temaları sıkça kullanır. Bu arada İncil’den de fazlasıyla beslenir. Albüme adını veren ‘Dig, Lazarus, Dig!!!’ de, bu anlamda tipik bir Nick Cave şarkısı.
Lazarus’un dirilişi, İncil’in en ilgi çekici öykülerinden biri. İncil’e göre, dört gündür ölü olan ve kapısı taşla kapatılan bir mağaraya konulan Lazarus, İsa’nın, “Lazarus, dışarı çık!” diye seslenmesiyle, dirilerek mağaradan çıkar.
“Lazarus’un dirilişi”, Nick Cave’i oldukça etkilemiş: “Daha küçük bir çocukken kilisede duyduğum Lazarus’un hikayesi beni hep rahatsız etmiş ve kaygılandırmıştır. Travmatik bir deneyimdi. Kuşkusuz hepimiz İsa’nın mucizelerine saygı duyarız. Ama Lazarus’un neler hissettiğini düşünmekten kendimi alamam... Ben de, şarkıma modern, çağdaş bir his vermek için Lazarus’u New York’a getirdim.”
“Laz’rus dig yourself” (Mezarını kaz Lazarus) nakaratıyla ilerleyen şarkı, nakarata eşlik ederken sanki bir asfalt delicisi gibi işleyen gitar riff’leriyle adeta beynimize kazınıyor.

Yalnızlığa övgü
Şarkıda da söylendiği gibi, ölümden sonra bizi neyin beklediğini bilmiyoruz. Ama ilk şarkıyla girdiğimiz yüksek tempo, ‘Today’s Lesson’la devam ediyor. Naif çocuk masallarının vazgeçilmez öğelerinden uyku perisini, gotik bir seks fantezisinin aktörüne dönüştürüyor Cave.
‘Moonland’de tempo biraz düşüyor ve vurmalılar eşliğinde, yıldızlı bir gecede, karlar üzerinde salınarak ilerliyoruz. ‘Yalnızlığa övgü’ niteliğindeki bu blues’un ardından yeniden gizemli bir dünyanın kapısı açılıyor önümüzde: ‘Night Of The Lotus Eaters’. Rahatsız edici ile huzur verici arasındaki ince bir çizgide salınan bas gitar ve uzaktan yankılanan gitar, şarkının gizemini taa içimizde hissetmemizi sağlıyor.
‘Albert Goes West’ ile yeniden punk sularına girerken, üzerimizdeki gerelimi de atıyoruz. Şarkı, Moonland’in aynadaki yansıması gibi. Moonland’deki kar, yerini güneşe bırakıyor ama yalnızlığa övgü baki; tek farkla, bu kez melankolik bir blues değil, hareketli bir punk eşlik ediyor bu duyguya.

Aşk şarkısı nasıl yazılır?
‘We Call Upon The Author To Explain’de ‘Tutunamayanlar’a sesleniyor Avustralya’nın karanlık şairi. İki de örnek var önünde: Charles Bukowski ve John Berryman. Bu iki Amerikalı alkolik şair arasından, çareyi tıpkı babası gibi intiharda bulan Berryman’in tarafını tutuyor Cave. Araya, intihar eden bir başka ünlü Amerikalı yazarı, Hemingway’i sıkıştırmayı da ihmal etmiyor.
‘Hold On To Yourself’ ile, kurallarını çok iyi bildiği aşk balad’larının diyarına giriyor Cave. Dile kolay, karşımızda Viyana Şiir Festivali’nde, ‘Aşk şarkısı nasıl yazılır?’ konulu ders vermiş bir şair var. Bu balad’ın melankolisini, yine onun antitezi olan bir panzehirle dağıtıyor Nick Cave ve Kötü Tohumlar. ‘Lie Down Here (And Be My Girl)’in akışkan melodisine bırakıyoruz kendimizi. Yine gidişli gelişli bir aşk hikayesiyle karşı karşıyayız. Gitar gıcırtılarına narin piyano dokunuşları eşlik ederken, şarkıdaki ses, kırılmış bir aşkı tamir etmenin umuduylu hülyalara dalıyor.
Bu gümbürtünün üzerine, keman ve piyanoyla desteklenmiş bir aşk balad’ı daha geliyor: ‘Jesus Of The Moon’. St. James Hotel’den yayılan hüzün, şarkının çalındığı her yere nüfuz ediyor. Nick Cave şarkılarının bir kahramanı daha, hayatının sonsuza kadar aynı kalmasından korkarak, kurduğu düzeni terkediyor. “İnsanlar değişimden korktuklarından bahseder / Ama ben, aynı kalmaktan korkarım daha çok / Çünkü aynı yere saplanıp kalarak kazanamazsın asla bu oyunu...”
Tef’le süslenmiş ‘Midnight Man’, karmaşık ve düzensiz org melodileriyle akarken, şarkının gizli kahramanı da tek gecelik ilişkilerde onu sonsuza kadar sevecek erkeğini arıyor...

Benden selam söyleyin bütün aşklarıma...
Albümün son şarkısı ‘More News From Nowhere’ (Hiçbiryerden yeni haberler), adını William Morris’in 1890 tarihli ütopik sosyalist romanı ‘News From Nowhere’den (Hiçbiryerden haberler) alıyor. Morris, romanında sosyalizmin sadece özel mülkiyeti değil, gündelik hayat, iş yaşamı ve sanat arasındaki bölünmeyi de ilga etmesi gerektiğini savunuyordu. Nick Cave, Morris’in bu ütopik dünyasını, kendi geçmişiyle hesaplaşmak için yeniden kurguluyor.
Cave’in eski aşkları birbiri ardı sıra resm-i geçit yaparken, bunlar arasından iki magazinel isim gözümüze takılıyor: Polly Jean Harvey ve Deanna.
Cave, hayatına giren kadınlar aracılığıyla kendi psikanalizine giriştikten sonra, şu dizelerle açık ediyor duygularını: “Üzmüyor mu seni? / fırlamıyor mu kan beynine? / bugün yaptığın her şey / yarın unutulacak diye // Teknoloji ve kadınlar ve hatta küçük çocuklar / hüzünlendirmiyor mu seni?”
Ve, sakin bir şekilde, “Peki, artık veda zamanı” diyor Nick Cave; 53 dakika 35 saniye sonra... “Goodbye...” Acaba bu elveda bize mi, o kadınlara mı, yoksa geçmişin pişmanlıklarına mı bilemiyoruz... Lazarus’u bile gömüldüğü mağarada rahat bırakmayan bu dünyaya okkalı bir lanet savuruyoruz...


B.

Wednesday 27 February 2008

Kıbrıs’ın Sesi


‘Kıbrıs’ın Sesi’, Kıbrıslı Rum ve Türk müzisyenlerin, Kıbrıs’ın geleneksel müziklerinden yaptığı seçkilerden oluşan bir albüm. İstanbul doğumlu bir Kıbrıslı Türk olan müzisyen Mehmet Ali Sanlıkol ile Lefkoşa doğumlu Kıbrıslı Rum müzisyen Theodoulos Vakanas, yanlarına iki ana karadan (Yunanistan ve Türkiye) müzisyenleri de alarak kaydetmişler bu albümü.
‘Kıbrıs’ın Sesi’, tam anlamıyla geleneksel Kıbrıs müziğini yansıtıyor. Zaten Mehmet Ali Sanlıkol’u böyle bir albüm yapmaya yönelten şey de, Kıbrıs müziğinin her iki toplumdan müzisyenlerin ortak çabalarıyla kayıt altına alınarak arşivlenmemiş olması.
Kıbrıs müziğinin barındırdığı çeşitliliği görmek için albümde kullanılan enstrümanlara bakmak bile yeterli: Ud, cura, ney, zurna, kaval, tef, keman, kemençe, lyra, lavta, davul ve perküsyon... Aynı zamanda etnomüzikolog olan Mehmet Ali Sanlıkol, geçtiğimiz yüz yıldan itibaren, kemanın hem Rum, hem Türk müzisyenler tarafından ana enstrümün olarak kullanıldığını söylüyor. Ancak Rumlar’ın kemanı lavta ile, Türkler’in ise ud ile eşlediğini belirtiyor. Albümün genelinde de, bu enstrümanların değişik kombinasyonlarla sunulduğunu görüyoruz.
Albümdeki repertuvar, “Düğün Müzikleri”, “Aşk Şarkıları”, “Dini Müzik”, “Köy”, “Geçmişe Yolculuk”, “Zeybek” ve “Kıbrıs’ın Sesi” gibi başlıklar altında toplanmış. Kuşkusuz bunun en önemli sebebi, Mehmet Ali Sanlıkol’un albüme ‘bilimsel’ bir titizlikle yaklaşması. Bu kategorizasyon, aynı zamanda Kıbrıs kültürel kimliğini anlamak açısından da faydalı...

Sabahın seher vahdında...
Albüm, “Düğün Müzikleri” ile açılıyor. Birinci şarkı ise, albümdeki hemen hemen tüm enstrümanların birlikte kullanıldığı ve hem Türkler, hem Rumlar tarafından icra edilen ‘Kozan Marşı / Syrtos’. ‘To Tragoudi Tou Gamou’ isimli ikinci parça ise, Rumca söylenen “Bugün, altınla kutsansın / ve bu tören güçlü olsun / Bugün gün ve gökyüzü parlıyor / Bugün, bir kartal bir güvercinle evleniyor” dizeleriyle bir Rum düğününü tasvir ediyor.
Üçüncü şarkıyla birlikte “Aşk Şarkıları” bölümüne geçiyoruz. Albümün en dokunaklı şarkılarından “Sabahın Seher Vahdında” ile başlıyor bu bölüm. “Sabahın seher vahdında / Aman oturmuş incil okur / Ben o dilden ağnamazdım / Aman zanneddim bülbül şakır.” Mehmet Ali Sanlıkol’un, ud eşliğinde söylediği bu dizeler, ‘öteki’ne bakışı, farklı olanı anlama ve onunla birlikte yaşamaktan alınan hazzı, yani albümün tüm konseptini özetliyor adeta.
Bu hüzünlü aşk şarkısından sonra, aynı ud nağmeleriyle, eğlenceli ve kıvrak bir şarkıya, ‘Dolama / Na Sou Goraso Mihanin’e geçiyoruz. Mehmet Ali Sanlıkol, “Dolama dolamayı / Getirin bağlamayı / Kimiden alışdın yavrum / Böyle göbeg atmayı...” diyor. Theodoulos Vakanas ise, bir yandan kemanını inletip, Rumca karşılık veriyor: “Sana bir dikiş makinesi alacağım / Diktikçe övüneceksin / Bu komşularının / Yardımına muhtaç kalmayacaksın” diyor.

Sema, cana şifa, ruha gıda...
Kısa bir Bizans ilahisinin ardından başlayan dini içerikli Rum türküsü ‘Ta’i Giorki’, “Kıbrıs’ta Dini Müzik” bölümüne götürüyor bizi. Aya Giorgis’e adanan bu epik türkü, destansı bir kahramanlık hikayesini anlatıyor.
Altıncı şarkı, bir Anadolu ilahisi olan ‘Şem-i Ruhuna’. “Dinle sözümü sana direm özge edadır / Derviş olana lazım olan aşkı hüdadır / Âşıkın nesi var ise maşuka fedadır / Sema safa cana şifa ruha gıdadır...” Bu tasavvuf ilahisi, Kıbrıslı Türkler’in dine bakışında Mevleviliğin ve tasavvuf inancının etkisini vurgulamak açısından önemli.
Zurna ve davul eşliğinde bizi “Köy” bölümüne götüren ‘Abdal Zebeği / Aptalikos’un ardından, “Kıbrıs’ta Geçmişe Yolculuk” başlıyor. Bu bölümde, kemanın geleneksel Kıbrıs müziğine girmesinden önce kullanılan enstrümanlara tanık oluyoruz.
Albümün 10. parçası ile “Zeybekler” bölümü başlıyor. Hem Türk hem Rum kültüründe, özellikle de Ege bölgesinde önemli bir yeri olan Zeybek müziğinden iki güzel örnek veriyor albüm: ‘Varys Zeybekikos’ ve ‘Sarhoş Zeybeği / Ime Tze Ganomatzis’.
Albümle aynı taşıyan son bölümde, nispeten daha ‘popüler’ nağmeler geliyor kulaklarımıza. Sırasıyla, ‘Agapisa Tin Pou Karkias’, ‘Feslikan / Syrtos’, ‘Orak / To Mashairin’ ve ‘Dillirga / Tillyrkotissa’ şarkıları, dinleyenle bu Akdeniz adasının sıcaklığını kıvrak ritmler ve hoş melodilerle aktarıyor.

Bu sese kulak verin...
Bu çok kültürlü Akdeniz adasının kültürel kimliklerini müzik yoluyla ifşa ediyor ‘Kıbrıs’ın Sesi’. Albümün Türkçe isminin ‘Kıbrıs’ın Sesi’ olması bile bir şeyler anlatıyor aslında. Kıbrıs’ın sesinin ne salt Türk, ne de Rum müziklerinden ibaret olduğunun altını çizerken, ‘Kıbrıs’ adıyla yapılacak bir kültürel veya sanatsal faaliyetin, iki toplumun kimliğinden de bir şeyler yansıtmasının gerekliliğini vurguluyor.
B.

Monday 22 May 2000

Anywhere I Lay My Head - Scarlett Johansson

Danimarka asıllı güzel oyuncu Scarlett Johansson, şarkıcılığa soyundu. Geri vokallerde David Bowie’nin de eşlik ettiği Johansson’un, Tom Waits şarkılarından mürekkep cover albümü ‘Anywhere I Lay My Head’, 20 Mayıs’ta yayımlandı.


Şöhret, jöle kıvamında bir şey galiba. Zira bu jöleye bir kez bulaşan, asla iflah olmuyor. Şarkıcılar oyuncuya, futbolcular şarkıcıya; güzel manken kızlar ise hem şarkıcıya, hem oyuncuya dönüşüyor. Kimileri jöleyi eline yüzüne bulaştırıp hem bizi, hem kendini kahrediyor; kimileriyse afiyetle yenen lezzetli bir yemeğin üzerine, tadı damakta kalan bir kaşık tatlı oluyor.
Doğuştan zengin olmasına rağmen sonradan görme budalalığıyla gördüğü her şeye saldıran Paris Hilton, bu jöleyi eline yüzüne bulaştıranların en popüler ve en gözde örneği. Ama sayısı bir elin parmağını geçmese de, 10 parmağında 10 marifet misali, dokunduğu her şeyi altına çeviren ünlüler de yok değil.
Peki beyaz perdenin son gözdelerinden, yeşil gözlü, bebek yüzlü, güzeller güzeli Scarlett Johansson, hangi kategoriye giriyor? İki yıl kadar önce bir albüm yapacağını basına çıtlatan başarılı oyuncu ilk albümünü yayımladığında, zihinleri bu soru meşgul ediyordu.

Mezarlarından fırlayan zombiler
‘Anywhere I Lay My Head’, aslen bir cover albümü. Indie müziğin yaşayan efsanesi Tom Waits’in 10 şarkısını ve bir orijinal besteyi seslendiriyor Danimarka asıllı oyuncu bu albümde.
Dünyada pek az sanatçıya nasip olacak raddede nevi şahsına münhasır, taklit edilemez ve destansı bir ses, Tom Waits. Şarkıları kimi zaman bir ain, kimi zaman mezarlarından fırlayan zombilerin saldırısı gibi. Bazen bir gökgürültüsü, azgın bir nehir gibi çağlıyor; bazense bir babanın şefkatli kolları gibi huzur veriyor. Sözün özü, Johansson, bir debut albümü için oldukça tehlikeli sulara dalıyor.
Aslında ‘Anywhere I Lay My Head’, Scarlett Johansson’un solo albümü olmaktan ziyade, albümün yapımcısı, TV On The Radio’nun gitaristi Dave Sitek’in imzasını taşıyan bir proje gibi. Şarkılar, orijinallerinde olduğundan daha soğuk, daha mesafeli ve hatta bazen daha sert yansıyor dinleyicinin kulaklarına. Güzel oyuncu ise, bir şarkıcıdan çok varyete sanatçısı edasıyla arzı endam ediyor. Zaten albüm boyunca rolden role giriyor Johannson. Kâh masalsı düşler gören masum bir çocuk, kâh feleğin çemberinden geçmiş işveli bir hatun...

Trenin camından yansıyanlar
Tom Waits’in 2002 tarihli ‘Alice’ albümünden ödünç alınan ‘Fawn’ isimli enstrümental şarkı ile açılıyor albüm. Orijinal versiyonunda içli bir kemana ara sıra eşlik eden piyano, cover versiyonunda yerini org’a ve baterili, gitarlı, bol enstrümanlı, çok sesli, karmaşık ve düzensiz bir yoruma bırakıyor.
Fawn’un ardından gelen ‘Town With No Cheer’, albüm boyunca kulağımıza çalınan tüm enstrümanların aynı anda, adeta soundcheck’e soyunmasıyla başlıyor. Bu soundcheck, hem bizi, hem de albüm sanatçılarını havaya sokmak için ihtiyaç duyulan bir başlangıç belli ki.
Melbourne’den, Avustralya’nın başkenti Adelaide’ye doğru ilerleyen, modern bir lokomotifin çektiği trenin içindeyiz. Scarlett’in buğulu sesi eşliğinde çölü geçerken, bir zamanlar trenlerin mola verdiği ve yemekhanesinde yolcuları ağırlayan, hayalet bir kasabadan geçiyoruz. Zira yemekli vagonları bulunan yeni trenler artık burada mola vermiyor. Viktorya döneminde kalan ve asri zamanların gadrine uğrayan kasabadan yayılan hüzün içimizi burkuyor. Buzlu burbonumuzdan bir yudum alıp, sonraki şarkıya geçiyoruz.
‘Falling Down’, kahramanlarından birinin adının Scarlett olmasıyla dikkat çekiyor. Ve tabii, bir başka müzik efsanesinin sürpriz katılımıyla... David Bowie, ‘Falling Down’ ve ‘Fannin’ Street’te Johannson’a eşlik ediyor.

Şehirlerarası bir yolculuk
Albümün en göze batan şarkılarından biri, Waits’in 2004 tarihli ‘Real Gone’ albümünden seçilen ‘Green Grass’. Vurmalıların katılımıyla neşeli bir yapıya bürünen şarkı, ağır aksak ilerlerken ritmin verdiği neşe, yerini yine dipten gelen hüzne bırakıyor.
1976 tarihli ‘Small Change’ albümünden alınan ‘I wish I was in New Orleans’ ise, bir çocuk ninnisi gibi. Bir bebeğin kundağında yatmış, tepemizde dönen oyuncakları izliyor ve onlardan çıkan melodiyi dinliyoruz sanki. Scarlett’in sesi de, bu masalsı düşün içinde yaşayan çocuğunki gibi hülyalı bir havaya bürünüyor...
‘Anywhere I Lay My Head’ belki en iyi Tom Waits şarkılarını içermiyor. Ama cover’ladığı şarkılarda, Waits’in ruhunu yansıtmayı başarıyor. 45 dakika süren 11 şarkılık bu yolculukta, kendimizi bazen küçük bir odada, bazen ıssız bir mezarlıkta, bazen şehrin bir sokağında, bazen yeşil çimlerin ortasında buluyoruz. Bu şehirlerarası yolculuk boyunca, Melbourne, Adolaide, St. Petersburg, Londra, Houston gibi duraklarda mola veriyoruz.
Rolling Stone ve Uncut gibi saygın müzik dergilerinden geçer not alamasa da, birçok eleştirmenin saygıyla karşıladığı bir albüm var elimizde. Ve, sırtını Tom Waits’in harikulade şarkılarına dayayarak, asıl işi olan oyunculuktan çok da uzaklaşmadan, bir öykü anlatıcısına bürünen güzel bir aktris duruyor karşımızda. Bu aktris, gün gelir gerçek bir şarkıcıya dönüşür mü bilinmez; ama mikrofonun karşısında test ettiği oyunculuğunu bir kez daha ispat ettiği bir gerçek.

B.